Loading...

Alevilik Nedir ?

Sözlük anlamına göre Alevi, Hz. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse demektir. Alevilik ise genel olarak Hz. Ali’yi sevmek ve onun soyunun yani Ehli Beyt’in yolundan gitmek olarak tanımlanabilir. Ancak bugün için dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan farklı Alevi grupların herbiri için Alevi ve Alevilik sözcüklerinin ifade ettiği anlamlar da farklı olmaktadır. Biz konuya Anadolu Alevileri açısından yaklaşmakla birlikte genel bir tarihsel perspektif de
sunacağız.

Ülkemizde bugün yaygın şekilde Alevi olarak adlandırılan kitleler için kaynaklarda birçok ismin kullanıldığını söyleyebiliriz. Anadolu’daki Alevi kitleleri nitelemek üzere kaynaklarda, kızılbaş, rafızi, ışık, mülhid ve torlak gibi adların kullanıldığını görmekteyiz. Bunlardan en çok kullanılanı Kızılbaş adı olmuştur. Anadolu Alevileri kendileri için çok anlamlı Kızılbaş adını, Osmanlı yönetiminin ahlakdışı anlamlar yükleyerek, sünni kitlelere aşılayarak bir psikolojik savaş aracı olarak kullanması sonucunda bırakmak zorunda kalmışlardır.

Bugün Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Tahtacı, Çepni, Amucalı, Bedrettinli, Sıraç gibi değişik gruplar genelde Alevi olarak adlandırılırlar. Anadolu Aleviliği, tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, kitabi olmaktan çok sözlü geleneğe dayalı eski inançların islami şekiller altında yaşamaya devam ettiği bir halk islamıdır.

Genel olarak ifade etmek gerekirse Bektaşi sözcüğü de yukarıda değindiğimiz kitleler için kullanılmıştır. Bektaşilik Hacı Bektaş Veli’ye dayanılarak kurulmuştur. Alevilik ve Bektaşiliği birbirinden bağımsız olarak ele almak bugün gelinen noktada tarihsel ve sosyolojik açıdan mümkün görünmemektedir. Her iki terim de zaman zaman birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Prof. Melikoff’un da belirttiği gibi “Alevilik, Bektaşilik’ten ayrılamaz. Çünkü her iki deyim de aynı olguya, Türk halk İslamlığı olgusuna bağlıdır.”Alevilik ve bektaşilik, inanç ve ahlak esasları ve edebiyatları bakımından temel olmayan farklılıklar dışında ortaktırlar. En temel farklılık, Bektaşi kitlelerin daha çok şehirde yaşamalarına karşın, Alevilerin göçebe/yarıgöçebe çevrelerde yaşamaları şeklinde ortaya çıkmış sosyal bir farklılıktır. Ancak tarihsel olarak doğru olan bu sosyal farklılık günümüzde anlamını yitirmeye başlamış, “Alevi” adı daha yaygın olarak kullanılır olmuştur. Bugün genel olarak Alevi olarak adlandırılan kitleler üç dinsel gruba bağlıdırlar:

  • Ocakzade Dedeler
  • Çelebiler
  • Dedebabalar

Bu üç grupdan Anadolu’da en fazla etkinliğe ve nüfuza sahip olan Ocakzade Dedeler’dir. Daha sonra Çelebiler gelir. Dedebabaların ise Anadolu’da nüfuzları zayıftır, Balkanlar’da daha etkindirler.

Türkiye’de yaşayan Alevilerin sayısı konusunda çeşitli veriler ileri sürülmektedir. Türkiye’de etnik ve mezhep konularında varolan tabular nedeniyle, yapılan resmi sayımlarda bu konu bilinçli olarak ihmal edilmekte ve dolayısıyla Alevilerin sayısı konusunu herkes işine geldiği şekilde yazmaktadır. Tarafsız araştırmacılara göre Türkiye’de en az 15 milyon Alevi bulunmaktadır. Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki illerde sayıca az olmakla birlikte Türkiye’nin her yerinde Aleviler bulunmaktadırlar. Alevilerin sahip oldukları bu potansiyel onları zaman zaman Türkiye siyasetinin de merkezine yerleştirmektedir.

İnanc Esasları Nedir ?

kurumlarındanla günümüze ulaştırmışlardır. Çevreyi temsil eden ve göçebe/ yarı göçebe kitlelerin oluşturduğu bu gruplar, resmi din anlayışına karşı bir dinsel anlayışı, yani heterodoksiyi temsil ediyorlar, toplumsal yapıları itibariyle, sünnî çevrelerin aksine, eğitim ve kültür kurumlarından yoksun bulunuyorlardı. Bektaşî dergâhlarında ise belli bir organizasyon bulunmaktaydı. Bu dergâhlarda bulunan bektaşî dervişleri ve onların nüfuzundaki kitleler, Ocakzade dedelerin faaliyette bulundukları kitlelerle kıyaslanmayacak ölçüde kurumlaşmış idiler. Bu durumu arşiv belgelerinden rahatlıkla görebiliyoruz. Ocakzade dedelerin faaliyette bulunduğu yerlerde yaşayan kitleler Bektaşî dergâhlarından daha farklı bir organizasyona tabi bulunmaktaydılar. Bu kitleler arasında, bilgiler, yazılı olmayan yani sözlü geleneğe dayalı bir şekilde nesilden nesile aktarılıyordu. Merkezi iktidarların bu kitleler üzerindeki baskısı ve zaman zaman gerçekleşen sürgünlerin yarattığı olumsuzluklar bu kitlelerin yaşamlarının her alanına yansımış, örneğin cem ayinleri büyük bir temkinle ve gizlilik içerisinde yapılır olmuştur.

Alevi Yol ve Erkânının günümüze ulaşmasının ikinci kaynağı ise yazılı kaynaklardır. Ancak bu kitlelerin sosyal yaşamlarının doğal bir sonucu olarak, sahip oldukları yazılı eserler de oldukça sınırlıdır.  Alevî köylerinde yaptığımız araştırmalarda, daha çok dede evlerinde nefeslerin ve deyişlerin yer aldığı kitaplar (Cönkler), Menakıb-ı İmam Cafer-i Sadık, Hutbe-i Düvaz-deh İmam/Menakıb-ı Seyyid Safi, “Küçük Buyruk” olarak da bilinen “Dergah-ı Ali’de Seyyid Abdülbaki Efendi’nin Erenlere Muhib olan Temiz İnançlı Müminlere Gönderdiği Mektup” başlıklı bir kitapçık, Makalat-ı Hacı Bektaş-ı Veli ve Vilayet-name adlı el yazması (Osmanlıca) eserlerin varolduğunu biliyoruz. Oysa sünnî kesimler yüzyıllara yayılan zaman sürecinde medreseler ve şeyh-mürid ilişkisi çerçevesinde birçok eğitim kurumlarına sahip olmuş, bu şekilde yüzlerce eser kaleme alınmıştır. Bektaşi dergâhları eğitim faaliyetleri ve araçları
bakımından da, ocakzade dedelere bağlı Alevilerle kıyaslanmayacak ölçüde kurumsallaşmış idiler.Dergahlarda yüzlerce cilt eser bulunurken Alevi köylerinde sadece Dede evlerinde elyazması kitaplar bulunurdu.

Aleviler’de İnanç Anlayışı

Alevilerde inanç ve ibadet anlayışının kendine özgü yönleri bulunmaktadır. Bu anlayışın temeli biçimden çok özü esas almasına dayanır. Biçimsel anlamda ibadetin bir araç, olgun insan olmanın ise esas amaç olduğu kabul edildiğinden cemlere katılmak, oruç tutmak yetmez. Eline, diline, beline bağlı olmayan, en kutsal varlık olan insanı sevmeyen, olgunlaşmamış insanların ibadetleri de boşunadır. Bu kişiler Cem törenlerine alınmadıkları gibi toplumdan da dışlanırlar.Alevi inancının temeli Hak-Muhammed-Ali sevgisine dayanır. 

Alevilik Nasıl Doğdu

Aleviliğin kökeni genel olarak Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında yaşanan gelişmelere dayanmaktadır. Ancak Anadolu Aleviliği ele alınırken islamöncesi ve sonrası birçok farklı dinsel ve kültürel unsuru da gözden kaçırmamak gerekmektedir.Önce Aleviliğin doğuşuna yolaçan gelişmeleri görelim:

Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında ortaya çıkan kimin halife olacağı sorunu, Alevi-sünni meselesinin ilk tohumlarını atmıştır. Hz. Muhammed daha sağlığında birçok kez Hz. Ali’nin halefi olacağını vurgulamıştı. Hz. Muhammed’in soyu, kızı Hz. Fatıma’yı eş olarak verdiği Hz. Ali’den devam etmişti.Hz. Muhammed Mekke’ye Hicret ettiği zaman da ailesine ve işlerine bakmak üzere Hz. Ali’yi yerine bırakmıştı. Üstelik Peygamber Hz. Ali’nin katıldığı hemen hemen bütün savaşlarda onu komutan olarak atamıştır.

Bilindiği üzere Hz. Muhammed Veda Haccı dönüşünde (632) Gadîru Hum adlı yerde beraberindeki müslümanlarla konaklayarak bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında kendisinden sonra amcasıoğlu ve damadı Hz. Ali’nin müslümanlara önder yani halife tayin olduğunu ifade etmişti. Orada aralarında İkinci Halife Ömer’in de bulunduğu müslümanlar bundan dolayı Hz. Ali’yi kutlamışlardı.

Ölmeden önce Hz. Muhammed “Bana bir kalem ve kağıt getirin size bir vasiyet yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa düşmeyesiniz.” demiş ancak bu isteği yerine getirilmemiş ve Peygamber vasiyetini yazamadan vefat etmişti. Daha sonra Hz. Ali ve diğer aile üyeleri Peygamberin defin işleriyle uğraşırken, Ebu Bekir ve Ömer’in de aralarında bulunduğu ensar ve muhacirin ileri gelenleri iktidar kavgasına başlamışlardı bile. Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekir’in halife olması ile sonuçlanmış, daha sonra sırasıyle Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Sonuç olarak bu üç kişinin halifelikleri, deyim yerindeyse Peygamberin Ehli Beytine rağmen gerçekleşmiş, bu nedenle yüzyıllardır tartışılagelmiştir. Hz. Ali ve Hz. Fatıma bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan da kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir.

Alevi-Sünni meselesinin ilk çıkışı özetlemeğe çalıştığımız bu halifelik meselesine dayanır. Ehli Beytin başına gelenler ve bunlardan en önemlisi Kerbela Olayı ise Aleviliğin siyasal ve düşünsel bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Araplar dışındaki diğer uluslar arasında da yayılmasına neden olmuştur.Şimdi bu gelişmeleri görelim:

Osman’ın halifelik dönemi (644-656), daha önce tohumları ekilmiş bulunan bölünmelerin, problemlerin su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suistimaller ona karşı Irak, Mısır, Hicaz ve Surite’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yolaçmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bir tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir.(656)

Üçüncü Halife Osman’ın öldürülmesi sonrası Hz. Ali halifeliği sahabenin ısrarları üzerine kabul etmiştir. Hz. Ali iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karışıklıkları sonlandırmak amacıyla halifelik görevini kabul etmiştir. Daha önce Osman’ın aleyhinde bulunmuş olan Hz. Muhammed’in eşlerinden Ayşe, Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’nin halife olması sonrasında onu Osman’ın ölümünden sorumlu tutarak Cemel savaşına yolaçmışlardır. Cemel Savaşı Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Hz. Ali bu olaydan sonra Şam’da hüküm sürmekte olan ve kendisine biat etmeyi reddeden Şam Valisi Muaviye sorununun çözümüne girişti. Muaviye, Hz. Ali’yi Osman’ın ölümünden sorumlu tutuyor ve Şam’da bunun propagandasını yapıyordu. Hz. Ali’nin uyarıları sonuçsuz kalınca Hz. Ali ve Muaviye Orduları arasında Sıffin Savaşı (657) başlamış oldu. Hz. Ali’nin ordusu savaşı kazanmak üzereyken, Muaviye’nin yakın adamı Amr İbn-ül As’ın, askerlerin mızraklarının ucuna Kuran sayfalarını bağlatarak “Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakem olsun.” diye bağırtması sonucu Hz. Ali’nin ordusu saldırıyı durdurdu. Bu şekilde Amr’ın hilesi işeyaramış ve iki taraftan hakemler seçilmiş, bir sonuca ulaşılamamıştır. Burada Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan bir grup da Hariciler adını almışlardır. Böylece müslümanlar Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüş oluyorlardı. Hz. Ali vefatından önce Haricilere yönelik askeri bir harekat düzenlemiş, önemli bir bölümünü yok etmişti. 24 Ocak 661’de ise Hz. Ali, İbn Mülcem adlı bir harici tarafından uğradığı saldırı sonucunda şehid olmuştur.

Bu şekilde Emevi hükümdarı Muaviye iktidara yönelik siyasal amaçlarını ne pahasına olursa olsun elde etmeye uğraşmış, Sıffin’de Hz. Ali’ye yenileceğini anlayınca hileye başvurmuş ve Hz. Ali’nin vefatı ile Emevi saltanatını kurma amacına ulaşmıştır. Hz. Ali’nin vefatı sonrası Şam ve Mısır dışında bütün eyaletler Hz. Hasan’a biat etmişlerdi. Muaviye kendi iktidarı için tehlikeli saydığı Hz. Hasan’ı zehirletmekten de çekinmedi. Muaviye, Ehli Beyte ve Hz. Ali yandaşlarına her türlü eziyeti yaptırmış, camilerde Hz. Ali’ye lanet okutmuş ve kendisinden sonra oğlu Yezid’in halife olmasını sağlamak yoluna gitmişti. Hz. Hasan’ın zehirletilmesiyle Yezid’in önünde en büyük engel olarak Hz. Hüseyin bulunmaktaydı.

Yezid ilk iş olarak Medine Valisi ve akrabası Velid’e bir mektup yazarak, özellikle Hz. Hüseyin’in muhakkak kendisine uymasının sağlanmasını, bunu reddederse öldürülmesini emrediyordu. Doğal olarak Hz. Hüseyin’in Yezid gibi bir zalime itaat etmesi mümkün değildi. Hz. Hüseyin, Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle 4 Mayıs 680 gecesi, bütün aile fertlerini yanına alarak Mekke’ye gitti. Ayrıca, Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmediğini ve Mekke’ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kûfe’ye davet ile kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin amcaoğlu Müslim’i uygun bir ortam sağlamak için Kûfe’ye gönderdiyse de Müslim Yezid’in adamlarınca yakalanarak idam edildi. Hz. Hüseyin Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktığı sırada Müslim öldürülmüştü.

Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. Yezid’in Kûfe valisi Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya islam sınırlarından birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek, yani Hz. Hüseyin’i öldürmekti. Çünkü biliyordu ki Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu. Sözde müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu iktidar uğruna kendi dinlerini kuran Peygamberin torununu ve ailesini katletmeye kararlıydı.

Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak hitab etmek istediyse de, bu anlamlı konuşma Yezid’in ordusunu pek etkilemedi. Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan savaşçıları öğleden sonraya gelindiğinde gittikçe azalmış bulunuyordu. Hz. Hüseyin de bu az sayıda insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehid edildi.Sonra çadırlar yağma edildi, hasta olan İmam Zeynel Abidin de öldürülmek istendiyse de engellendi. Bu çirkin savaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. Hz. Hüseyin tarafında şehid olanlar yetmiş iki kişi idi.

Kerbela olayı yüzyıllara damgasını vurmuş bir tarihsel olaydır. Bu olay o zamanki müslüman memleketleri halklarını o kadar etkiledi ki Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Kerbela Olayı İran ve Hicaz’da duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin oluştu ve isyan hareketleri başgösterdi. Yezid’in Mekke ve Medine’ye saldırması ise bardağı taşıran son damla oldu. Özet olarak , camilerde Hz. Ali’ye küfür ettirilmesi, önce Hz Hasan’ın daha sonra da Hz. Hüseyin ve ailesinin ki Peygamberin soyu onlardan devam ediyordu, acımasızca öldürülmeleri, Emevi Hanedanına karşı muhalif bir düşünsel ve siyasal temeli olan bir harekete yolaçtı. Bu harekete Hz.Ali yandaşlığı veya Alevilik demek mümkündür.

 Alevilik Nasıl Yayıldı

Alevilik islam dininin yayılmasıyla birlikte Arapların dışındaki uluslara da Abbasiler döneminde Türkler ve İranlılar özellikle orduda yoğun olarak yeralmaktaydılar.Örneğin daha hicri IV. Yüzyılda Maveraünnehir’in oldukça uzağında yaşayan Buğraç Türkleri eski inançlarındaki Gök Tanrı’nın yerine Hz. Ali’yi geçirmişlerdi. Zaten Emevi döneminden (661-750) bu yana Hz.Ali ve soyunun başlarına gelenler ve özellikle de Kerbela olayı Alevilerce her tarafa yayılmaktaydı. Sosyal ve siyasal ortam da bu düşüncelerin yaygınlaşmasına elverişliydi. Hz.Ali’ye ve ehl-i beyte muhabbet, o dönemde gittikçe fazlalaşan tarîkatlerde oldukça yaygındı. Hazret-i Ali’nin kahramanlıkları ve Kerbela Olayına ilişkin menkıbeler Anadolu, İran, Irak ve Horasan bölgelerinin sözlü ve yazılı edebiyatında en eski zamanlardan itibaren, çok sevilen ve yaygın bir konudur ki bunun etkilerini bugün bile gözlemlemek olanaklıdır. Demek ki İslam dünyasındaki siyasal ve dinsel bölünmelere kaynaklık eden bu olaylardan Araplar’ın yanısıra, Türkler, İranlılar ve diğer uluslar da doğal olarak etkileniyorlardı. Yeni müslüman olan uluslar arasında Hz.Ali bir sembol halini alıyor ve onun savaşçılık, yiğitlik ve velilik yönleriyle bezenmiş menkıbeleri her yere yayılıyordu. Hz.Ali’nin sembolleşmesinin yanısıra, bütün muhalif hareketlerin kalkış noktası olan Kerbela Olayı da aynı şekilde, hatta daha derin izler bırakıyordu.. İşte bu etkilerin bir sonucu olarak Alevilik ve batınilik, İslam dünyasının her yanına yayılan tasavvuf akımına nüfuz etmiş ve Alevi-batıni eğilimli birçok tarikat ortaya çıkmıştır. Anadolu ve İran bölgelerinde de ortaya çıkan bu tarikatlerden konumuz bakımından en önemlileri Yesevilik, Kalenderilik, Vefailik, Hurufilik, Hayderilik adlı tarikatlerdir. Daha çok göçebe ve köylü topluluklar arasında etkili olan bu heterodoks yani resmi din anlayışına aykırı tarikatler, doğaldır ki, yaygın oldukları çevrelerdeki koşullara uygun olarak şekillenmiş bir İslam anlayışını yaymaktaydılar.Sünni çevrelerde yoğun tepkiler gösterilen ve eski kaynaklarda da yer alan, bu tarikatlere mensup şeyh ve babalara yönelik suçlamaların en bilinenleri şu şekildedir: Bu dervişlerin, dinsel yükümlülüklere/yasaklara uymamaları ve kadınların da dinsel törenlere katılmaları. Basit halk kitleleri, işte bu adetleri nedeniyle yoğun tepkiler alan ve hiç şüphesiz telkinleri kendilerine daha uygun gelen bu tür babaların ve şeyhlerin etkileri altındaydılar. Bu heterodoks şeyh ve dervişler adeta alevi-batıni düşüncelerin yayıcılarıydılar. Alevi Dedelerinin soyları da onlara dayanır.

Kurtuluş Şavaşında Alevilik

Osmanlı Devleti’nin yoksaydığı Alevilerin, ülkenin içinde bulunduğu işgal ortamından kurtulabilmesi ve padişahlık rejiminin
değişeceği ümidiyle Anadolu’da bağımsızlık savaşını yürüten Mustafa Kemal Paşa’nın başında olduğu harekete destek vermeleri çok normaldir. Mustafa Kemal
Paşa ve bağımsızlık savaşını yürüten arkadaşları Alevilerin sayıca ne kadar önemli olduğunun ve yüzyıllardır sünni Osmanlı idaresine olan muhalefetlerinin
bilincindeydiler. Bu amaçla onları kazanmak için grişimlere başladılar.

Mustafa Kemal Paşa,26 Haziran 1919 tarihinde Konya II. Ordu Müfettişliğine şu şifreyi yolladı:

Tokat ve çevresinin İslam nüfusunun % 80’i, Amasya çevresinin de önemli bir bölümü Alevi mezhepli ve Kırşehir’de Baba Efendi hazretlerine çok bağlıdırlar. Baba Efendi, ülkenin ve ulusal bağımsızlığın bugünkü güçlüklerini görmekte ve yargılamakta gerçekten yeteneklidir. Bu nedenle, güvenli kimseleri görüştürerek kendilerinin uygun gördüğü “Ulusal hakları koruma” ve “Başka ülkeye bağlanmama” derneklerini destekleyecek birkaç mektup yazdırılarak buralardaki etkili Alevilerin Sivas’a gönderilmesini pek yararlı görüyorum. Bu konuda içten yardımlarınızı dilerim. 3. Ordu Müfettişi Fahri Yaver Mustafa Kemal Sivas Kongresi sonrası bağımsızlık savaşına merkez olarak Ankara seçilmişti. Bu kongrenin yürütme organı durumunda olan Temsil Heyeti Ankara’ya gitmeden Hacıbektaş’a uğrayıp bu nüfuzlu merkezin kesin desteğini sağlamak istiyordu.Atatürk’ün yanında Hüseyin Rauf, Mazhar Müfit, Hakkı Behiç, Ahmet Rüstem Beyler vardı. 21-22 Aralık’ta Mucur’da kalan heyet Mucur Kaymakamı Cevat Bey’i de alarak 23 Aralık 1919 günü Hacıbektaş’a geldi. Hacı Bektaş Dergahı, Mustafa Kemal ve diğer heyet üyelerine çok sıcak davrandı. Daha önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin güçlü isimleri Enver ve Talat Paşalar da iktidara geldikten sonra da, Hacı Bektaş Dergahı’nı ziyaret etmişler ve Çelebi onları Dergah Selamlığı’nda karşılamıştı. Cemalettin Çelebi, Atatürk’ü Beştaşlar’da karşıladı. Buraya siyah kupa bir arabayla gelmiş, Atatürk’ü ve diğer heyet üyelerini konağa götürmüşlerdi. Cemalettin Efendi’nin oğlu Hamdullah Efendi’nin odasında bir “Cem” düzenlendi. Atatürk Hacıbektaş’da bir gece kaldı. 

24 Aralık’ta heyet Dergahı gezdi. Hacı Bektaş Veli Türbesi ve diğer önemli yerler ziyaret edildi.Sonra o sırada Dedebaba postunda oturan Salih Niyazi Baba
ziyaret edildi. Dergahta Atatürk, Cemalettin Efendi, Salih Niyazi Baba ve diğer ileri gelenlerle özel bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda bağımsızlık savaşı konuşuldu.Hacıbektaş görüşmesinde en ilginç konuşmayı sonradan Veliyettin Çelebi şöyle aktarmıştır. ” Çelebi Cemalettin Efendi Mustafa Kemal Paşa’ya ‘Paşa
Hazretleri cesaretli ve basiretli idarenizde Türk Milletinin düşmanı kahredeceğine inancım sonsuz.Yüce Allahın milletimize müyesser edeceği zaferden
sonra Cumhuriyet ilanı düşünüyor musunuz? Mustafa Kemal Paşa bunun üzerine “O mutlu günün ilanına kadar aramızda kalmak kaydıyla, evet Çelebi Efendi
Hazretleri ” diye yanıtlıyor.

Savaş sırasında ayni yardımların yanısıra Dergah kasasında bulunan 1800 altın lira da verilmiştir. Bağımsızlık Savaşı sırasında Alevi-Bektaşi kitleler tam destek vermişlerdir. Atatürk’ün Hacı Bektaş Dergahı’nın nüfuzuna oldukça önem verdiği görülüyor. Bütün gelişmeler Hacı Bektaş Çelebisi’ne hemen bildiriliyor. Atatürk bunu NUTUK’ta şöyle belirtiyor:” 2 Ocak 1920 günü cemiyetin merkez kurullarına ve Hacıbektaş’ta Çelebi Cemalettin Efendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e ayrıca bir bildirim yaptık. “

Cemalettin Çelebi ,TBMM çalışmalarına hastalığı nedeniyle katılamamış, ancak halkı kurtuluş Savaşı’na destek vermeye çağıran mektuplar taşıyan ulaklar yurdun dört bir yanına gönderilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk özel doktoru ve başka doktorlar Çelebi’nin tedavisi için görevlendirmişti.

Cemalettin Çelebi 1922’de vefat edince yerine kardeşi Veliyettin Efendi çelebi postuna(29. Çelebi) oturdu. İkinci TBMM’nin açılışı sırasında (25 Nisan 1923) Veliyettin Çelebi de yayınladığı bildiri ile Atatürk’ü açıkça destekliyordu.

Maraş Miletvekili Prof. Hasan Reşit Tankut da CHP’ye sunduğu 19 Mart 1949 tarihli raporda Alevilerin cumhuriyet rejiminin yanında olduklarını belirtmektedir.

Bu arada Atatürk’ün Alevi-Bektaşi olan yakın çalışma arkadaşlarından bazıları şunlardır: Cemalettin Efendi’yi(Kırşehir Mebusu) TBMM Başkanvekilliğine, Albay Hüsamettin Ertürk’ü Gizli Haberalma Örgütü’nün başına, İkisi de bektaşi babası olan Dr. Ragıp Evrensel’i özel doktorluğuna, Ali Naci Baykal’ı PTT Gizli şifre amirliği’ne getirmişti. Sonraki Çelebi Veliyettin Efendi’yle de yakın dostluk kurmuş milletvekili olması için ısrar etmişti


Cumhuriyet Döneminde Alevilik

Aleviler yüzyıllarca Osmanlı idaresinden baskı görmüş bir topluluk olduklarından yeni cumhuriyet idaresini coşkuyla karşıladılar. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen reformlar ise onları bütünüyle olmasa da memnun eden reformlardı. Eğitim birliği yasası, yeni alfabenin kabulü, şeyhülislamlık kurumunun kaldırılması, kadın-erkek eşitliğine yönelik düzenlemeler, halifelik kurumunun kaldırılması ve laik esaslara dayalı bir hukuk sistemine yönelinmesi Alevileri hoşnut eden gelişmelerdendir. Ancak Alevileri üzen gelişmeler de yaşanmadı değil. Bunlardan 1921’de meydana gelen Koçgiri olaylarında yoğun şiddet uygulandı. Yine 1925’te tekke ve Zaviyelerin kapatılması ile de Aleviler olumsuz yönde etkilendiler. Alevilerin toplanma yerleri genellikle tekkelerinin ve ocaklarının bulunduğu yerlerdi. Sünniler bu yerler kapatılınca camilerde aynı işlevleri görürlerken Aleviler böyle bir olanaktan yoksun kaldılar ve ibadetlerini yine gizli yürütmek zorunda kaldılar. Son olarak 1937’de Dersim Olayları sırasında da o zamanki idarecilerin oldukça basiretsiz tutumları nedeniyle birçok masum insan acımasızca yokedildi. Bu olay sonrasında aralarında Dedelerin de bulunduğu birçok insan sürgün edilerek Dersim adı Tunceli’ye dönüştürüldü. Aleviler bütün bu olumsuzluklara karşı tepkilerini, ilk başlarda halka yakın bir görüntü sergileyen Demokrat Parti’ye oy vererek gösterdiler. Ancak 1950’lerin ortalarına gelindiğinde Demokrat Parti’nin dini politikaya alet eden ve sünnileri kullanmaya yönelik politikaları üzerine Aleviler 27 Mayıs hareketini desteklediler. Özellikle 1960’lar Türkiye’de kırdan kente
doğru yoğun göç akımının başladığı bir dönemdir. Bu göç akımı sonrasında sadece büyük kentlere değil, başta Almanya olmak üzere dünyanın değişik ülkelerine de yoğun bir işgücü göçü yaşandı. Yine 1960’lardan itibaren Türkiye’de sol akımlar yaygınlık ve etkinlik kazandı. Aleviler de ağırlıklı olarak sol hareketlere destek verdiler. Bu dönemde özellikle genç kuşaklar Alevilik inanç ve geleneklerini küçümseme eğilimine girdiler. Giderek Alevilikle ilgili bilgilerden uzaklaştılar, Cemler gittikçe daha az yapılır olmaya başlandı.

Bu dönemde de Alevilik daha çok sözlü geleneğin yaşatıcısı ozanlar ve aşıklar tarafından yaşatılmaktaydı. Aşık Veysel, Aşık Daimi, Feyzullah Çınar, Davut Sulari ve Mahmut Erdal bu geleneğin temsilcilerinin bazılarıdır. Ayrıca az sayıda ve akademik alanda olmasa da çeşitli kitapların yayınlandığını görmekteyiz. Yüzyıllardır yazılı geleneğin taşıdığı Aleviliğin yazılı kültüre geçişi tabiki birden olamazdı. Alevilik alanında 1980’li yıllara gelene dek yayın faaliyeti ağırlıklı olarak, deyişler
ve nefeslerin “divanların; tarihi romanların, buyruk hüsniye, vilayetname” gibi kitapların üzerinde yoğunlaştı ve özellikle halk katında bu tür çalışmalar
rağbet gördü.1960’lardan sonra da Alevîlik-Bektaşîlik konusu ne yazık ki üniversitelerin ve devletin ilgisinden mahrum kalmayı sürdürdü. Anadolu’nun bu
eşsiz inanç ve kültür hazinesine layık olduğu değer verilmedi. 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren Alevilerin, CEM (Abidin Özgünay), EHLİBEYT (Doğan Kılıç Şeyh Hasanlı) ve GERÇEKLER (Mehmet Yaman) adlı süreli yayın organlarını çıkardıklarını görüyoruz. Bu konuda öncü sayılabilecek bu yayın organları fazla ömürlü olamamışlar, ekonomik sorunlardan dolayı kapanmak zorunda kalmışlardır.

Yine 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra Türkiye siyasal yaşamına Alevilerce kurulmuş bulunan Birlik Partisi katıldı. Bu parti bir grup Alevi kökenli siyaset adamınca 17 Ekim 1966’da kuruldu ve başkanlığına Hasan Tahsin Berkman getirildi. Birlik Partisi’nin amblemi Hz. Ali’yi simgeleyen bir aslanla, onun çevresinde Oniki İmamı simgeleyen oniki yıldızdan oluşuyordu. Parti programında din ve vicdan özgürlüğü vurgulanıyor, kamu düzenine, genel ahlaka ve yasalara aykırı olmayan ibadetlerin serbest bırakılması isteniyordu. 1967’de genel başkanlığa Hüseyin Balan getirildi. Birlik Partisi 1969 seçimlerinde % 2.8 0y oranı ile 8 milletvekilliği kazandı. Daha sonra Millet Partisi’nden istifa eden 2 milletvekili de Birlik Partisi’ne katıldı. 1969 Kasımında parti başkanlığına Mustafa Timisi seçildi.
1970’de Birlik Partisi’nin bazı milletvekilleri Adalet Partisi’ne geçti. Bu milletvekilleri partiden ihraç edildiler, ancak kamuoyunda partinin imajı büyük bir darbe aldı. Parti 1973’te Türkiye Birlik Partisi adıyla girdiği seçimlerden sadece bir milletvekilliği elde edebildi. Daha sonraki seçimlerde oy oranı sürekli düştü ve 1977’den sonra siyasal etkinliğini tümüyle yitirdi.

Aleviler gerici ve ırkçı saldırılardan Cumhuriyet döneminde de nasibini aldı. 1978’deki Maraş ve 1980’deki Çorum Olayları bunların Türkiye tarihine bir kara leke olarak geçen en kanlılarındandır. Yüzlerce insanın öldüğü ve göçettiği bu olaylar sırasında devlet yurttaşlarını, gözü dönmüş ırkçı ve gerici saldırganlara karşı
koruyamamış üstelik suçlular kısa süre sonra serbest bırakılarak, bazıları milletvekili bile olabilmişlerdir. Şüphesiz Aleviler yaşanan bu olaylarla Osmanlı döneminde yaşananlar arasında paralellik de kurmaktadırlar. Tarihte yaşanmış acı olayların izleri hafızalardan silinmeden yaşanan, inanç farklılığına dayalı baskılar ve kıyımlar Aleviler’in cumhuriyet idaresinden de umduğunu bulamadığı düşüncesini güçlendirmektedi

1980 Sonrası Alevilik

Seksenli yılların sonlarına doğru Alevilik derlenip toparlanmış ve yeniden örgütlenmeye başlamıştır. Alevilik konulu yayınlarda adeta bir patlama yaşanmış, birçok yayın organı çıkarılmaya başlanmıştır. Bunlar arasında Alevilerin Sesi, Cem, Nefes, Kervan, Yurtta Birlik, Pir Sultan Abdal ve Gönüllerin Sesi sayılabilir. Avrupa’da ve Türkiye’de Dernekler, Vakıflar ve Dergahlar olmak üzere üç değişik çatı altında örgütlenme hareketleri yoğunluk kazanmıştır. Bu olumlu gelişmeler sonrasında Alevilerin bilinçli bir şekilde örgütlenmeleri ve güçlenmelerinden rahatsız olan kimi odaklar devletin beceriksizliğinden de yararlanarak Sivas ve Gazi Olaylarını
tezgahlamışlardır. Bu dönemde de Alevilerin ve onların gereksinimlerinin devlet tarafından dikkate alındığını söylemek mümkün değildir. Ancak yine devlet yükselen siyasal islam karşısında Alevileri ileri sürmekten de geri kalmamaktadır. Devlet çok yanlış olarak, milyonlarca Alevinin yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş haklı taleplerini karşılayacağı yerde, 80’li yıllarda güçlenmesine destek verdiği siyasal islamcı grupların kontrol edilebilmesi için Alevileri kullanma yoluna gitmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devletin din işlerini yürüten Diyanet İşleri Başkanlığı sadece Sünni Hanefi mezhebine mensup yurttaşların gereksinimlerini karşılayan bir kurum olmuştur. Zaman zaman bu kurumun başkanları ve görevlileri Alevileri itham edici, küçümseyici açıklamalarda da bulunmuşlardır. Son yıllarda Diyanetin de devletin politikalarına uyarak çarkettiğini görüyoruz. Diyanet bu politika değişikliğinin doğal bir sonucu olarak Alevilik konusunda çeşitli toplantılar düzenlemiş Aleviliği kendi sakat anlayışı doğrultusunda yönlendirmeye ve Aleviliği kendi görüşleri doğrultusunda tanımlamaya çalışmıştır. Oysa Diyanet’in Aleviliği nasıl tanımladığının Aleviler için hiçbir önemi yoktur. Diyanet İşleri Başkanlığı ya Anadolu’daki Aleviler’in inanç ve düşüncelerine saygı duyarak dayatmacı
mantığını terkederek onları oldukları gibi kabul edecek , ya da bu zamana kadar yaptığı gibi milyonlarca Alevi’yi görmezden gelmeye devam edecektir.

Örgütlenme konusunda şunları söyleyebiliriz : 1990’lı yıllara gelinceye kadar ki dönemde Alevilerin sınırlı bir dernekleşme çabası içerisinde bulunduklarını görüyoruz. Bu derneklerden en eskileri ve en bilinenleri Hacı Bektaş Veli ve Karaca Ahmet Dernekleridir. Şahkulu Derneği ise seksenli yılların ortalarında kurulmuştur. Yine bu dönemde belirli yöre ve köy derneklerinin de kuruldukları görülmektedir.1990’lı yıllarla birlikte dernekleşme faaliyetlerinde de büyük artış görüldü. Bugünkü durumuna gelmesinde devletin de büyük katkısı olan siyasallaşmış sünni İslam’ın neredeyse kontrol edilemeyecek bir duruma erişmesinin de, Alevilerin dernekleşme, vakıflaşma türü faaliyetlerini hızlandırdığı söylenebilir. 

“Sivas Olayı”, “Karacaahmet Cemevi’nin Yıkılması” ve “Gazi Olayı” gibi kriz zamanlarının ve bu olayların toplumdaki yansımalarının da Alevileri inanç ve kültür alanında birleştirdiği, birlikte hareket etme güdüsünü aşıladığını gözlemekteyiz. Pir Sultan Abdal Kültür, Pir Sultan Abdal Canlar, Hacı Bektaş Veli ve diğer adlar
altında yüzlerce dernek hem büyük şehirlerde hem diğer şehirlerde şubeler ve merkezler şeklinde kurulmuş bulunmaktadır. Yöresel derneklerin sayısında da
hızlı bir artış yaşanmaktadır. Son zamanlarda ise vakıflaşma faaliyeti yoğunlaşmıştır. Bu vakıflar arasında şunlar sayılabilir : Semah Vakfı, Hacı
Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Ehli Beyt Vakfı, Şahkulu Sultan Külliyesi Mehmet Ali Hilmi Dedebaba Araştırma, Eğitim ve Kültür Vakfı, CEM(Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi) Vakfı . Önümüzdeki günlerde de birçok vakıf ve derneğin kurulacağını söylemek yanlış olmaz.Yine Avrupa ülkelerinde kurulmuş iki
yüzü aşkın Alevi derneği bulunmaktadır. Bu kuruluşların tamamına yakını şu anda Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) çatısı altında bulunmakla birlikte
AABF’ye bağlı olmayan dernekler de bulunmaktadır.

Yurtiçi ve yurtdışında yaşayan bu örgütlenme faaliyetlerini kısaca sunduktan sonra şimdi de genel olarak sorunları belirtebiliriz. Alevi örgütlenmesinin yaşadığı sıkıntılarda şu genel eğilimler göze çarpmaktadır. Son tahlilde bu sıkıntıların “temsil” ve bununla ilintili “meşruiyet” olguları ile bağlantılı oldukları görülmektedir.

Bu nedenle aslında bütün dernek ve vakıflarca desteklenmesi gereken çeşitli girişimler, karşılıklı çekememezlik, Aleviliğe ilişkin yorum farklılıkları ve girişimci kadronun aslında bu harekette yer alması gereken birçok insan veya kurumu dışlaması gibi nedenlerle ne yazık ki, başarısızlığa uğramaktadır. Bu özet değerlendirmemize kaynak oluşturan iki önemli örnek olay vardır. Bunlardan ilk 1992’ de CEM’in öncülük ettiği “ALEVİ KURULTAYI” girişimi ve diğeri ise 1994’te PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR ve HACIBEKTAŞ KÜLTÜR derneklerinin öncülüğünde bir grubun yürüttüğü ALEVİ-BEKTAŞİ TEMSİLCİLER MECLİSİ girişimidir. Önce “ALEVİ KURULTAYI” girişimi ve sonrasında yaşanan gelişmeleri özetleyelim: 1992’deki bu girişimin aslında çok kapsamlı ve yeterli bir ön programı vardı. Ancak daha yaşama geçirilmeden, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin başı çektiği bir grup tarafından benimsenmedi. Bunun üzerine bu girişimin sahibi CEM grubu, bu bölünmüşlüğün kurultaya yansımasının söz konusu olabileceğini ve bu şekilde de Alevi hareketinde bölünmüşlüğün tescil edilmiş olacağını dile getirerek “ortam uygun değil, halkın bu sürece hazırlanması gerekiyor” diyerek kurultayı erteledi.

1992’deki bu girişimi olumlu karşılamamış olan dernek ve kişilerin öncülüğünde bu kez 1994’te ”ALEVİ-BEKTAŞİ TEMSİLCİLER MECLİSİ” girişimi başlatıldı. Yeterli katılımın çeşitli nedenlerle sağlanamadığı bu mecliste egemen belli gruplar olarak AABF, Pir Sultan ve Hacı Bektaş Kültür Dernekleri ve Semah Vakfı görülmektedir. Kimi toplantılarını gözlemci olarak izlediğim bu girişim kısır tartışmalar bütün vakıf, dernek, dede, yazar gibi unsurları içermemesi ve kimi kişi ve grupların dışlanması nedeniyle sağlıksız bir şekilde doğmuş oldu. Bu sağlıksızlık nedeniyle olacak bugünlerde bu eksiklikler giderilmeye çalışılıyor. Çeşitli dernek ve vakıf başkanlarıyla yaptığım görüşmelerden, “Alevi-Bektaşi Temsilciler Meclisi” şeklinde yeni bir yapılanmanın oluşturulacağını söyleyebiliriz.

Sonuç olarak Alevi örgütlenmesi temsil, meşruiyet, dar kadro şeklinde sıralanabilecek geçiş aşaması sıkıntılarını yapısında barındırıyor. Bu geçiş aşamasının doğal bir sonucu olan bu bütünleşmeme probleminin yakın bir gelecekte çözülmesi de pek mümkün görünmüyor. Siyasal anlamda temsil ve meşruiyet sorunlarının tek çözüm yolu, herkesi kapsayan, yürütme kadrosunun liyakatlı, tutarlı ve saygın kişilerden oluştuğu sağlıklı bir yapılanmanın oluşturulmasıdır. Böyle bir yapılanmanın ülkemiz sivil toplum ortamına yeni bir dinamizm getireceğinden kuşkumuz yok.

Yaşanan bu yoğun örgütlenme faaliyetlerine rağmen araştırma alanına ilgi duyulmadığı görülmektedir. Alevilik konusu hem Devlet ve üniversitelerce, hem de Aleviliğe hizmet iddiasında bulunan dernek ve vakıflarca ne yazık ki ihmal edilegelmiştir. Özellikle Türkiye’deki örgütlerin bu tutumları oldukça üzücüdür. Gereksiz birçok alana kaynak aktaran bu örgütler konu araştırma olunca ilgilenmemektedirler. İnanıyoruz ki bu nedenle birgün tarih önünde hesap vermek zorunda kalacaklardır. Türkiye’deki Alevi örgütlerinde bu konuda herhangi bir somut çaba görülmezken, Avrupa’da iki yeni araştırma kuruluşunun kurulduğunu görüyoruz. Bu oldukça memnuniyet verici bir gelişmedir. Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü ve Avrupa Alevi Akademisi adlarını taşıyan bu iki yeni araştırma kuruluşunun akademik gereklere uymak koşuluyla, Alevilik araştırmaları alanına yeni bir dinamizm getireceğini umuyoruz.

Aleviler bugüne kadar sosyal demokrat ve sol siyasal partilere yönelmişlerdir. Ancak küçük miktarda da olsa başka partilere oy verenler de bulunmaktadır. Her ne kadar bu zamana kadar destekledikleri siyasal partilerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderdikleri milletvekillerinin kendilerine pek sahip çıkmadığı ortadaysa da oyların sol partilere gitmeyi sürdüreceğini söyleyebiliriz.

Bugün kentleşen Aleviliğin bu yeni duruma özgü sorunlarla karşılaştığı görülmektedir. Köyden kentlere göçlerin yoğunlaştığı 60’lı yıllardan bu yana yaşanmakta olan bu sorunları şu şekilde özetleyebiliriz: Göç sonucunda kitleler kendilerini yeni bir toplumsal ve ekonomik yapılanmanın içerisinde bulmuşlardır. Kırda varolan toplumsal kurumların yerlerini şehirlerde yeni kurumlar almışlardır. Bu bağlamda Dede-talip ilişkileri de kopmuş Alevilik konusunda o zamana kadar devam eden
sözlü bilgi aktarımı sekteye uğramıştır. Bunun bir sonucu olarak kitleler inançları hakkında büyük

Sivas ve Gazi Olayları

Sivas Olayı daha doğrusu katliamı (2 Temmuz 1993), Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçen olaylardandır. Ayrıca bu olay
Türkiye’nin ne hale geldiğini sergilemesi bakımından da dikkat çekicidir. Olay Cumhuriyet Gazetesi’nde “Şeriatçılar Ayaklandı” manşeti altında şöyle yeraldı:”Olaylar Aziz Nesin’in Sivas Valiliğinin desteğinde yapılan Pir Sultan Abdal Şenliği’ndeki konuşmasına aşırı dinci kesimlerin gösterdiği tepkiyle başladı.
Kitaplarını imzalarken tartaklanan Nesin, çevresindekilerce kurtarıldı. Pir Sultan ve Atatürk heykellerine saldıran göstericiler valilik, kültür merkezi ve
şenliğe katılanların sığındığı Madımak otelini kuşattı. Kentteki 400 polis yetersiz kaldı. Kentte 2 gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi… Sayıları yaklaşık
10 bine ulaşan göstericiler, kentteki birçok bina ve aracı tahrip etti. Valinin su sıkarak kalabalığı dağıtma isteğine RP’li belediye başkanı karşı çıktı. Otel
çevresindeki kuşatmayı daraltan göstericiler önce oteli taşladı. Otel lobisine giren 50-60 gösterici etrafı ateşe verdi. Yazarları linç etmek için yukarı
çıkmaya çalışanları polis güçlükle engelledi. Olay yerine güçlükle ulaşan güvenlik güçleri havaya ateş açarak kalabalığı dağıttı…Sivas’taki kanlı olaylar
kentteki yerel gerici basının Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne karşı tavır almasıyla başladı. “

Sivas’ta devletin güvenlik güçlerinin gözleri önünde gerçekleştirilen 37 canın hunharca öldürülmesiyle sonuçlanan bu kanlı olay aslında ne Aziz Nesin, ne de Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabıyla ilgilidir. Bu olayı bu gibi yapay nedenlere bağlayanlar, olayın gerçek nedenlerini gizlemeye çalışmaktadırlar.
Sivas’ta yüzyıllar önce deyişlerinden başka silahı olmayan büyük Ozan Pir Sultan Abdal’ı asanlar da, 37 masum canımızı katledenler de aynı gerici ortaçağ zihniyetininin temsilcileridir. Modern, laik bir Türkiye’yi istemeyen ve cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan din ticaretiyle beslenen bu zihniyet, kendi düşüncelerinin dışında hiçbir düşünceye yaşama hakkı tanımak istememektedirler. Gerici zihniyet bu olay sonrasında birlik ve beraberlik edebiyatına yönelmiştir. Oysa yüzyıllardır yaşanan olaylar ortaya koymuştur ki, birlik ve beraberliği bozan da istemeyen de kendileridir.

Tabiki olayın baş sorumluları iktidarı ellerinde tutanlardır. Ancak onlar kendilerini kurtarmak için vali ve emniyet müdürünü görevden alarak durumu kurtarmaya çalışıyorlar. İktidarda bulunanlar olaylarda yurttaşlarını koruyamadıkları için siyaseten sorumludurlar. Ancak ne acıdır ki demokrasi geleneğinin hala sakat olduğu ülkemizde siyasi ahlak kavramı henüz gelişmemiştir. Siyasal ahlak yoksunluğu birçok olayda ortaya çıkmaktadır. Siyaseten sorumlu idarecilerimizin ve devletin halkın gözünde zedelenen güveni onarabilmelerinin bir tek yolu vardır. O da 37 masumun yaşamını yitirdiği bu olayın suçlularını bularak hakettikleri cezaları vermek. Devlet halkının huzurunu, güvenliğini ve refahını sağlamakla yükümlüdür. Sivas olayı gözönüne alındığında devletin yükümlülüklerini yerine getirmediği görülmektedir.

7 Eylül 1994 geceyarısı Karacaahmet Cemevi inşaatının Refah Partili İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılması olayı da 1980 sonrasına damgasını vuran olaylardandır. Bu olay bir anda ülke gündemini işgal etti. Daha önce Alevilerin haklı taleplerine kulaklarını tıkayan ve milyonlarca Alevinin inanç ve kültürlerini yok sayan medya ve siyasiler ikiyüzlü bir şekilde Karacaahmet Dergahına akın ettiler. Halkın sahip çıkması sonucunda Belediye geri adım atmak zorunda kaldı. Cemevi inşaatına devam edildi ve bugün Alevilerin önemli merkezlerinden biri olarak faaliyet gösteriyor. Gazi Mahallesi’nde Mart 1995’te yaşanan olaylarda Türkiye tarihinin utanç verici sayfalarından birini oluşturmaktadır. Gazi Olayları ülkemizin hem etnik, hem de mezhep alanlarında çok hassas bir durumda olduğunu bir kez daha gösterdi. Olaylar 12 Mart gecesi Gazi mahallesinde kahvelerin taranması üzerine başladı. Bunun üzerine İstanbul’un çeşitli bölgelerinden akın akın Gazi mahallesine gelen kitleler olayı protesto etmek istiyorlardı. Ancak bu olaylar sırasında güvenlik güçlerinin kontrolü kaybetmeleri sonucunda ve olayların Ümraniye Mustafa Kemal mahallesine de yayılması sonucunda 20’den fazla yurttaşımız yaşamını yitirdi. Tüm bu olaylardan devletin daha önce birçok kez olduğu gibi son olaylarda da yetersiz kaldığı ve halk nezdinde güven erozyonuna uğradığı görülmektedir. Devlet bu güvensizliği gidermek için öncelikle bu olayın sorumlularını, yani 12 Mart gecesi kahveleri tarayanları bulmak, yargılamak ve cezalandırmak zorundadır. Yine devlet Gazi Mahallesi ve Ümraniye’deki olaylarda kurşunlarla öldürülen yurttaşlarımızın kimlerce, sivil ya da polis öldürüldüğünü de bir an önce bulmak ve adalete teslim etmekle yükümlüdür. Olaydan bu yana iki yıl geçmesine rağmen bu konuda herhangi bir ilerleme sağlanamamıştır. Ayrıca bu olaylar Türkiye’nin uluslararası alandaki imajını da oldukça olumsuz yönde etkilemiştir. Sözedilmesi gereken bir diğer olay da “Kızılbaş” adı üzerine yaşanan tartışmalardır. Bilindiği üzere tarihsel olarak Alevilerin bir diğer adı da “kızılbaş”tır. Osmanlı iktidarı ve bazı sünni gruplarca Kızılbaş adına yönelik insanlıkdışı propagandalar yürütülmüştür.Utanç vericidir ki bu durum zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Bugün olmuş Türkiye’de satılan kimi sözlüklerde kızılbaş sözcüğü küçümseyici anlamlarda kullanılmaktadır. Ancak sevindirici olarak kamuoyunun uyanık tavrı ve aydın sünnilerin de katkısıyla bu çağdışı zihniyet gereken yanıtı almaktadır.